Fetihname – Kıvami
Osmanlı Devleti’ni imparatorluğa dönüştüren Fatih Sultan Mehmed’in (1451-1481) seferlerini, fetihlerini birinci derece bir tanığın kaleminden anlatan ve dünyada tek bir yazma nüshası bulunan Fetihnâme, ilk kez ünlü tarihçi Franz Babinger tarafından 1955’te tıpkıbasım olarak yayımlanmıştı.
Fatih Sultan Mehmed’in istanbul’u merkez alarak doğudan batıya, kuzeyden güneye otuz yıl boyunca aralıksız süren seferleri, Kıvâmî’nin Fetihnâme’sinde manzum ve mensur biçimde kaleme getirilmiştir. Dolayısıyla yer yer destan ya da menâkıbnâme havası hissedilen eser kimi zaman da dönemin düzyazısından epik örnekler sergiler.
15. yüzyıl Anadolu Türkçesinin dil özelliklerini tanımak açısından da örnek bir metin olan Fetihnâme’nin bu yayınla Osmanlı tarih literatüründeki seçkin yerini pekiştireceğine inanıyoruz.
Silahtar’ın Bahçeleri
Zabel Yesayan Silahtarın Bahçeleri’ni yazarken yalnızca kendi yaşamının ilk yıllarındaki İstanbul’un çok çeşitli cephelerini ve çocukluk deneyimlerine ait bazı özel anların sarsıcı duyusal bilincini yakalamayı değil, aynı zamanda geri gelmemek üzere kaybolan bir dünyayı yeniden canlandırmayı da hedeflemiştir. Diğer yazdıklarının hiçbiri bu derece şiirsel ve melankolik bir hasretin o loş pırıltısı ile kaplı değildir. Bu yüzden, okudukça yavaş yavaş Üsküdar ve çevresini bizim de kovulduğumuz, ama onun hayal gücünün yaratıcılığı sayesinde yeniden kavuştuğumuz bir Dünya Cenneti olarak düşünmeye başlıyoruz.
Yüzyıllık Metinlerle Tanburi Cemil Bey
Kitap, bir devrin kapanıp yeni bir devrin başladığı bir zaman aralığında sanatı ve kişiliğiyle çevresini büyüleyen Tanbûri Cemil’i daha yakından tanımak isteyenler için bir hazîne değerinde. Meraklıları, aynı zamanda güçlü bir kalem sâhibi de olan Tanbûri Cemil’in gazetelerde yayımlanan makālelerini bu kitapta bulabilirler. Tanbûrî Cemil’in, dönemin mûsiki dünyasını yansıtan, eleştiri ve önerilerini içeren makālelerinin yansıra, ses getiren bu yazıların başlattığı polemiğe cevap niteliğinde yazılan diğer önemli makāleler de kitapta yer alıyor.
Mahşerin Dördüncü Atlısı
Veba, kızıl, kızamık, çiçek gibi salgın hastalıklar ve kıtlık, kuraklık gibi felaketler tarih boyunca milyonlarca kişinini ölümüne neden olmuş, yenilmez sanılan orduları durdurmuş, toplumsal ilişkilerimizi, yakınlarımıza, sevgilimize karşı davranışlarımızı biçimlendermiştir. Ne var ki bu kitlesel ölümler durduk yerde, kendiliğinden başlamamış, salgın hastalıklar davetsiz misafir gibi aramıza girmemiştir; mikropların “kitlesel ölümlere yol açan canavar” rolünü üstlenmeleri için insanlar ellerinden geleni yapmışlar, ölümler başladıktan sonra ise hiçbir şey yapamamışlardır. Bakteriler ve mikroplar açısından bir dünya tarihi niteliğindeki Mahşerin Dördüncü Atlısı’nda Andrew Nikiforuk, toplumsal hayatın hastalıklarla yakın ilişkisini çevreci bir bakışla inceliyor, dünyamızın en eski sakinleri olan mikro-organizmalarla barış yapmamızı öneriyor.
İmparatorluk Mirası – Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası
Geçtiğimiz yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun yediyüzüncü yıldönümüydü. Osmanlı İmparatorluğu, Roma ve Bizans ile beraber, dünya tarihindeki en güçlü ve en uzun ömürlü imparatorluklardandır. Çok geniş bir alana yayılmış ve topraklarına kattığı bölgelerdeki yapıyı değiştirip dönüştürmüştür. Carl Brown’ın derlediği İmparatorluk Mirası, Osmanlı’nın Güneydoğu Avrupa, Batı Asya ve Kuzey Afrika’daki izlerini sürmekte. Osmanlı tarihi üzerine yaptıkları çalışmalarla tanınan dünyanın en önemli tarihçilerini biraraya getiren bu derleme, Osmanlı mirasının tek varisini Türkiye Cumhuriyeti olarak görme eğilimini aşıyor ve sözkonusu mirasın izlerini çok daha geniş bir coğrafyada arıyor. İmparatorluk Mirası, şimdiye kadar tarih disiplini tarafından ihmal edilmiş bir konuya eğiliyor; politikadan diplomasiye, ekonomiden bürokrasiye, eğitimden dile ve dine kadar pek çok alanda, Osmanlı geçmişi ile bugün arasındaki süreklilikleri ve kopuşları ortaya koyuyor. Yazarlar, Osmanlı mirasının Balkanlar ve Ortadoğu’daki insanların davranış kalıplarını ve algılarını nasıl şekillendirdiğini gösteriyorlar. Osmanlı topraklarında yaşayanlar, Osmanlı’yı ya reddetmiş ya da istenmeyen yabancı bir hâkimiyet olarak temsil etmişlerdir. Oysa Osmanlı, pek çok alanda varlığını, fark ettirmeden ya da açık bir şekilde sürdürüyor ve bugünün değerlerini ve ideolojilerini meşrulaştırmak için ‘kullanışlı’ bir tarzda yorumlanıyor. Kitapta hem eleştirel bir gözle bu yorumlar üzerinde duruluyor hem de farklı alanlardaki Osmanlı varlığının görüngüleri inceleniyor. Her biri kendi alanında saygın bir yere sahip olan yazarlar, detaylı ve titiz çalışmalarıyla hem Osmanlı tarihine hem de bugüne ışık tutuyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü
Batı dışındaki toplum ve ekonomilerin durağanlığını vurgulayan modernleşme ve oryantalizm anlayışlarına eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşan Huricihan İslamoğlu, Devlet ve Köylü’de ilk kaynaklara inerek yaptığı kapsamlı araştırmayla Osmanlı’nın erken modernitesine ışık tutuyor.
16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda, kırsalda ve kentlerde üretim ve nüfus eğilimlerinin, vergilendirme ilişkilerinin ayrıntılı bir incelemesi olan Devlet ve Köylü, sadece Osmanlı için değil, erken modern dönemde diğer Avrasya bölgelerinin tarihlerine de ışık tutabilecek nitelikte bir toplumsal-iktisadî dönüşüm modeli ortaya koyuyor. Osmanlı iktisadî yapısında iç ticaretin önemine dikkat çeken; ticari hayatın, tarımsal faaliyetin belirlenmesinde siyasî tercihlerin etkisine vurgu yapan çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iktisadî ve toplumsal yapıyı “Şark despotizmi” anlayışlarından farklı bir şekilde değerlendirmesiyle de dikkat çekiyor.Yayımlandığı ilk günden beri referans kitap olma özelliğini koruyan Devlet ve Köylü, gözden geçirilmiş ve genişletilmiş baskısıyla araştırmacılar ve özellikle Osmanlı’nın iktisadî yapısını daha iyi anlamak isteyenler için eşsiz bir kaynak.
Habsburg Gözüyle Bir Osmanlı Elçisi : Mustafa Hatti Efendi’nin Viyana Günleri 1748
Elinizdeki bu kitap, kendisinden önceki Osmanlı elçilerinden farklı olarak fevkalade yetkilerle donatılmış bir Osmanlı elçisinin Avrupa’nın en önemli siyasî ve askerî merkezlerinden biri olan Viyana şehrindeki elçilik günlerinden bahsetmektedir. Mustafa Hattî Efendi, daha önceki Osmanlı elçileri gibi ne Osmanlı padişahının tahta cülusunun bildirimi için ne de savaşlar sonrasında imzalanan bir barış antlaşmasının tasdiki için Viyana’ya gönderilmişti. Gelenek üzere dönemin hükümdarları, tahta çıktıklarında bu sevindirici gelişmeyi komşusu olan devlet başkanına bildirmeyi diplomatik bir görev saymışlardır. 1730 yılında Reisülküttab Mustafa Efendi, Sultan I. Mahmut’un tahta cülusunu bildirmek üzere Viyana’ya gönderilmiş; 1745 yılında ise Habsburg temsilci Penckler, benzer amaçla Kayzer Franz Stephan’ın tahta çıkışını Devlet-i Aliyye’ye bildirmekle görevlendirilmişti. Peki Mustafa Hattî Efendi hangi amaçla Viyana’ya gönderilmişti? Viyana’ya alışılmışın dışında gönderiliş gayesini belki de en iyi izah eden, kendisine Viyana’daki elçiliği sırasında mihmandar tayin edilen Tercüman Schwacheim olmuştur: “Elçi, 1747 yılında Penckler’in elçilik görevi sona ermeden, hem Osmanlı Padişahı I. Mahmut, hem Kayzer Franz Stephan hem de bakışlarıyla dünyayı, dostluk, saygınlık ve güvenle dolduran İmparatoriçe Maria Theresia adına, iki ülkenin birbirine olan saygısını göstermek için görevlendirilmişti”. Hem Penckler’in hem de Osmanlı elçisi Mustafa Hattî Efendi’nin gerçekleştirmek istedikleri bir tek husus vardı. O da Habsburglar ile Osmanlılar arasında 1739 yılında imzalanan Belgrad Barışı’nın teyidi ve temdîdiydi. Penckler bu görevini başarıyla tamamlamıştır. Buna mukabil Mustafa Hattî Efendi’nin, barışın ve dostluğun devamı için sefaret görevini yerine getirmesi gerekiyordu.
Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri
Avrupa’da büyük yankılar uyandıran Köprülü’nün bu incelemesi, Osmanlı müesseselerinin, Bizans müesseselerinin bir taklidi olmayıp, kendi geleneği içinde geliştiğini göstermektedir. Burada peşin hükümlere yer verilmeksizin, her müessese, sağlam bir tarih metoduna dayanılarak, kendi tarihi seyri içinde incelenmiştir. Konu, kendi ifadesiyle “Türklerin tarihi rolünün, yalnız askeri ve tahripkar bir mahiyette kaldığı ve medeni hayatta hiçbir olumlu rollerinin olmadığı” anlayışında olan Batılı tarihçilerin tezlerinin eleştirisi temelinde ele alınmaktadır.
Sultan, Sipahiler, Köylüler, İktisatçılar
“Sultan, Sipahiler, Köylüler, İktisatçılar” dört bölümden oluşmakta. Birinci bölümde; tarımın ve tarım imparatorluklarının evrimi, üretim tarzları ve Osmanlı Devleti’nin üretim tarzı tartışmaları , ikinci bölümde; 1300-1600 yılları arasını kapsayan ve Klasik Çağ olarak adlandırılan dönemde Osmanlı toprak düzeni, köyler ve köylüler ile kırsal hayat ve tarım, üçüncü bölümünde; Osmanlı vergi sistemi ile Osmanlı Devleti’nin mirî arazi, timar ve çift-hâne sistemi uygulanan Anadolu, Suriye, Irak, Balkanlar ve Macaristan’daki eyaletlerinde tarım kesiminden alınan vergiler, dördüncü bölümde ise bu vergilerin “vergileme ilkelerine” göre incelenmesi konuları ele alınmaktadır.
Köylülerin ürettikleri artık-ürün ve artık-değer, yönetici sınıfların gücünü, sarayların ihtişamını, orduların kudretini ve şehirlerin servetini teşkil etti. Tarihin gördüğü en uzun ömürlü devletlerden olan Osmanlı İmparatorluğu da kalabalık sarayının, güçlü ordusunun ve geniş bürokrasisinin ihtiyacını yüzyıllar boyunca ürettikleri ürünler, besleyip donattıkları askerler, devşirilen evlatları ve ödedikleri vergilerle bir Cihan Devleti’ni doyuran, giydiren ve ayakta tutan her millet ve her dinden “Osmanlı” köylülerinden karşıladı .
Fatih Sultan Mehemmed Han
Fatih Sultan Mehmed üzerine yaptığı çalışmalarını 1950’lerde yayımlamaya başlayan Halil İnalcık’ın yaklaşık altmış yıllık birikiminin yer aldığı bu kitap, Fatih ve devri hakkında monografik bir eser. Fatih Sultan Mehemmed Han, İnalcık’ın daha önce muhtelif dillerde yayımlanmış makalelerinin yanı sıra yeni yazılarını da içeriyor.
Kitabın birinci bölümünde, Osmanlı ve Bizans (1302-1453) ilişkileri ve İstanbul’un fethi ele alınırken, fetih sonrası idare ve kurumlara dair yeni düzenlemeler, dönemin arşiv belgeleri ve kanunnameler ışığında inceleniyor. Ayrıca Fatih dönemi mâliye idaresi ve imparatorlukta rayiç olan meskukat üzerinde durulurken, birinci elden kaynaklar detaylı bir şekilde tahlil ediliyor. İkinci bölümde ise, İnalcık’ın ilk defa bu eserde yayımlanacak olan yazıları da yer alıyor. Halil İnalcık’ın “Fatih Sultan Mehmed” hakkında kaleme aldığı bu kapsamlı çalışma, zengin bibliyografyasıyla da araştırmacılar için eşsiz bir kaynak niteliğindedir.