Kuşaklara Göre Ayurvedik Beslenme
Kuşaklara Göre Ayurvedik Beslenme, sağlığımız için kadim Ayurveda bilgeliğinin tanımladığı beden tipi fizyolojileriyle modern bilimsel iyileştirme yöntemlerini birleştirir. Bu kitap üç temel beden tipi ve bunların birbirleriyle ilişkili fizyolojik işlevlerine odaklanarak, kronik sağlık sorunlarından kilo kontrolüne, uygun egzersizden yaşam biçimi yönetimine kadar birçok konuda pratik çözümler sunar.
Osmanlı Devleti’nde Kadı
Türkiye’de tarih denilince akla ilk gelen isim İlber Ortaylı’nın kaleminden Osmanlı hukuk tarihinin merkezinde yer alan ve üzerine pek konuşulmayan kadıları anlatan önemli bir çalışma…
Kadılık İslam Ortaçağında ortaya çıkan idari ve adli bir görevdir. Kadı’nın sosyal-idari fonksiyonları değerlendirilirken on dört asırlık İslam tarihi içindeki evrimi göz önüne alınmadığından, bu kurumun İslam öncesi imparatorluklardan neleri, ne ölçüde miras aldığı üzerinde de durulmamıştır. İlber Ortaylı, Osmanlı Devleti’nde Kadı adlı bu çalışmasında kadıların tarihini ve yargı görevlerini, tayinini, görev süresini, yargı bölgesini, yardımcılarını, diğer memurlar arasındaki hiyerarşik ilişkisini ve Osmanlı mahkemelerinin nasıl işlediğini birincil arşiv kaynaklarını kullanarak anlatıyor.
Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700
Osmanlı İmparatorluğu coğrafi olarak Avrupa kıtasının bir parçası olmasına rağmen, kültür ve dinden kaynaklandığı iddia edilen farklılıkları vurgulayan geleneksel ve Şarkiyatçı tarih anlayışları, Osmanlı ile Batı dünyası arasına kalın bir duvar örmüş, Osmanlı devletini kendine özgü bir yapı olarak yorumlamıştır. Son yıllarda bu yanlış ve yanıltıcı yorum büyük ölçüde değişti. Tarihçi Daniel Goffman bu kitapta, kuruluşundan 17. yüzyıla kadarki Osmanlı tarihini eleştirel tarihsel yaklaşımla anlatıyor. Goffman, hem erken modern dönem Avrupa ve Osmanlı dünyalarının tarihsel açıdan birbirinden ayrılamayacağını gösteriyor, hem de yeni yöntemler ışığında Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’ya bakan yüzünün efsanelerden arındırılmış yeni bir anlatısını sunuyor. Bu arada, belgesel temele dayanan kurgusal bir hikâyeyle, Osmanlı-Venedik ilişkilerinde önemli bir rol üstlenen devşirme Kubad Çavuş’un başından geçenleri de anlatıya dahil ediyor ve Osmanlı tarihinde eksikliği çokça hissedilen “kişisel” tarih örneklerine özgün bir katkı yapıyor. Goffman’ın kitabı, meslekten tarihçiler için eleştirel bir okuma egzersizi olmanın yanı sıra, özellikle tarihe ilgi duyan ve Osmanlı tarihi hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayı hedefleyenler için kaçırılmaması gereken bir başlangıç niteliğinde.
Osmanlı Tarih Öncesi
Michigan Üniversitesi tarih profesörü Rudi Paul Lindner, bu kitabında Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ilişkin veri ve söylenceleri tartışmaya açıyor. Geç Bizans ve erken Osmanlı tarihi konusundaki Bizans kronikleri, anonim tarihler, vakayinamelerin uyumsuzluğu bilinir. Erken Osmanlı döneminden artakalan yazıt ve sikkeler çok azdır, vakayinameler ise yeniden işlenmiş ve tekdüzeleştirilmiştir. Prof. Lindner, sonraki tarihçilerin buluşu ya da uydurması olan kısımlarda bile, yazılanların gerisinde neler olduğuna bakmamız gerektiğini söylüyor ve şimdiye kadar kullanılmamış coğrafi ve nümizmatik kanıtlar geliştirerek bizi geçmişin gerçeklerine götürebilecek ipuçlarını yakalamaya çalışıyor.
Osmanlı Sarayı’nda Oryantalistler
19. yüzyılın başlangıcı, Osmanlı İmparatorluğu için yeni atılımların, ekonomik ve toplumsal reformların sırayla gündeme geldiği, gelenekten modernliğe geçişi sağlayan yeniliklerin birbiri ardına devreye girdiği bir zaman dilimi olmuştur. Aynı dönemde hazırlanan Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Tanzimat Fermanı ile birlikte, meşruti monarşi olarak tanımlanabilecek yeni bir yönetim biçimi ortaya çıkarılmıştır. Batılılaşma çabaları ile yönetimde ortaya çıkan yeni dengeler, mimariye de yansımış; Dolmabahçe Sarayı, yeni düzene uygun olarak, 31. Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid’in emriyle 1843-1856 yılları arasında inşa edilmiştir. 150. yılını yaşayan Dolmabahçe Sarayı’nın mimarisinde, Tanzimat Devri’nin değişim ve dönüşüm hareketlerinin doğal bir sonucu olarak; Batılı formlardan yararlanılmış ancak, planda ve diğer ayrıntılarda geleneksel çizgiye bağlı kalınmıştır. Barok, Rokoko, Neo-klasik gibi Batılı mimari üsluplar, Osmanlı geleneksel öğeleriyle yoğrularak yeni ve eklektik bir yoruma ulaşılmıştır. Gerek mimari, gerekse dekorasyon ve kullanım eşyaları ile Dolmabahçe Sarayı, Osmanlı modernleşmesinin en önemli sembolü olmuştur. Dolmabahçe Sarayı’nda, 1856’dan Halifeliğin kaldırıldığı 1924’e kadar Osmanlı İmparatorluğunun saltanat makamı olarak kullanılan Dolmabahçe Sarayı, 3 Mart 1924 tarihli bir yasayla Türk Milletine intikal etmiştir. İçinde büyük bir medeniyet perspektifi, derin bir devlet geleneği ve parlak bir kültürel geçmişin yer aldığı 150 yıllık bir tarihe sahip olan Dolmabahçe Sarayı, hâlihazırda Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na bağlı müze-saray olarak içinde barındırdığı tüm değerleriyle, gelecek kuşaklara aktarılmak bilinciyle korunmaktadır
KUŞATILMIŞ BİR İMPARATORLUK – Osmanlı Harpleri 1700-1870
Değerli Osmanlı tarihçisi Prof. Virginia Aksan’ın Kuşatılmış Bir İmparatorluk : Osmanlı Harpleri (1700-1870) başlıklı çalışması Osmanlı askeri sisteminin yaklaşık iki yüzyıllık bir zaman aralığında geçirdiği dönüşümü yansıtan bir harp tarihi çalışması olmanın ötesinde, Osmanlı tarihine, modernleşmesine ve tarihyazımına ilişkin çok daha genel bir çerçeveyi de tartışmaya açıyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nu Katolik Habsburgların Avusturya’sı ve Ortodoks Romanovların Rusya’sı ile karşılaştırmalı bir bakış açısıyla ele alan Aksan, imparatorluğun içindeki askeri, entelektüel ve dinsel seçkin gruplarıyla merkezin çatışmalı ilişkilerini de yine askeri dönüşüm ve reform girişimleri bağlamında ele alıyor.
Didar-ı Hürriyet
Tarihimizin çok önemli bir dönemine ışık tutan, Osmanlı Devleti’nin geçen yüzyılın başında geçirdiği toplumsal değişimleri o dönemin siyasal olaylarını, bu olayların içinde yeralan kişileri, partileri, cemiyetleri vb. kuruluşları değişen toplumsal yapı ve buna paralel olarak biçimlenen düşünce akımları içinde değerlendiren bu çalışmanın en önemli ve çarpıcı yanı, tüm bu olguları dönemin kartpostallarıyla birlikte adeta “canlandırarak” çok değişik ve alışılmışın dışında bir sosyal tarih çerçevesi içinde sunmasıdır.
Yazar bunu yaparken; bir yandan titiz, özenli ve yoğun bir araştırmayla olguları değerlendirmiş, toplumumuzu bugün de etkileyen düşünce akımlarının ışığında olayları değişik yanlarıyla ele almış, yerleşik bazı önyargıları eleştiri süzgecinden geçirirken resmî görüşlerin dışına çıkmış diğer yandan metni destekleyen kartpostalların sunulmasında neredeyse bir “puzzle”ın parçalarının birleştirilmesi gibi bir yöntemden hareketle sonucu okurla paylaşmayı amaçlamıştır.
Didâr-ı Hürriyet bu yanıyla bugüne kadar gördüğümüz biçimleriyle eski kartpostalların temel bir öge olarak sunulduğu bir albüm ya da katalog çalışması değildir. Tam tersine bu değerli çalışma, araştırma metini ile belge niteliğine sahip kartpostalların olağanüstü bir uyumla birbirini tamamladığı bir sosyal tarih belgeseli olarak kendini göstermekte ve tarih yazınımızda bir “ilk”in başarılı örneği olmaktadır.
1864’te Türkiye – Tanzimat Sonrası Düzenlemeler ve Kapitülasyonların Tam Metni
Bunca yıldır hepimiz kapitülasyonların adını duyarız. Ama gerçekten ne olduklarını ya da bize nelere malolduklarını bilenimiz çok azdır. İbret alınması gereken derslerle dolu bu kitap, Türkiye’de ilk defa kapitülasyonların tam metninin bir çevirisini okurlarıyla buluşturarak onları sadece tarihin değil, şimdinin de derinliklerinde bir yolculuğa çıkartmaktadır.
Buradakiler, sadece yazıldığı ve yayınlandığı yıl olan 1864’le yetinmeyen, uçsuz bucaksız bir “Panorama”dır. Bu kitabı okurken, köklerini 1000 yıl öncesinden almış bir kapütülasyonlar zincirinin günümüze kadar uzanan halkaları bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçerken, çaresizlik içinde kıvranan ve yine de batılılara rağmen batılılaşmak yolunda ilerlemek isteyen padişahların ve çoğunluğu iyi niyetli reformcu bakanların çabalarını göreceksiniz.
İstanbulîn – Türk Modernleşmesinin Doğum Hikayeleri
Türk tarihinde Batılılaşmanın “resmi makamlar” aracılığıyla gerçekleştirilen ilk somut adımı Tanzimat Fermanı’dır. Diğer adıyla, Gülhane Hatt-ı Hümayunu, 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunur. Sonrası “imparatorluğun en uzun yüzyılı”. Batılılaşma, dönem itibariyle birçok açıdan “modernleşme” olarak görülür ve tepeden tırnağa gerek resmi kurumlar gerek sosyal ve kültürel anlamda imparatorluk topraklarında alışılmışın dışında bir dönem yaşanmaya başlar.
Burak Dalgın İstanbulîn – Türk Modernleşmesinin Doğum Hikâyeleri adlı kitabında, fermanın okunduğu günden Âli Paşa’nın ölümüyle sürecin sona erdiği tarihe kadar bütün bir dönemi paralel hikâyeleriyle birlikte ele alıyor. Mustafa Reşid Paşa’dan Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi gibi dönemin aydınlarına, Napoleon’dan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya, Florence Nightingale’den Kara Fatma’ya, Marx, Darwin ve Tocqueville’e kadar dönemin bütün aktörlerini, Sultan’ın Avrupa seyahatinden Liszt’in İstanbul konserine, Robert Kolej ve Darüşşafaka’dan Osmanlı Bankası’nın açılmasına, süreç içerisinde gerçekleşen olayları bir araya getiriyor.
İstanbulîn, başından sonuna bir roman kıvraklığıyla kaleme alınmış eksiksiz ve keyifle okunacak bir tarih kitabı…
Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi
Bu kitap, 1915’teki Ermeni tehciri konusunda tehcirin mimarı Sadrazam Mehmed Talât Paşa’nın özel arşivinde bulunan ve şimdiye kadar yayınlanmamış belgelerden meydana geliyor. Paşa tehcir öncesindeki Ermeni nüfusu, kaç Ermeni’nin nereden nereye gönderildiği ve tehcir sonrasındaki Ermeni nüfusunun ne olduğu gibi senelerdir tartışılan konulara şahsî kayıtlarına dayanarak bizzat cevap veriyor.
Murat Bardakçı’nın, başta Talât Paşa olmak üzere İttihad ve Terakkî liderlerinin ailelerinden elde ettiği bu belgelerin yayınlanmasıyla, Ermeni tehciri ile ilgili gerçek sayılar ilk kez ortaya çıkıyor.
“…Bardakçı tehcir sayılarının kesinlikle bilinmesi gerektiğini söylüyor ama sayılar hakkında yorum yapmayı ısrarla reddediyor, kararı okuyucunun vermesini istiyor ve bunu sağlamanın en iyi yolunun da konuyu senelerden buyana bulandıran duygusal ve abartılı ifadelere karşı soğuk ve katı gerçeklerin gözler önüne serilmesinden geçtiğini vurguluyor…”