Marguerite, yetmiş sekiz yaşında eşi Henri’yi kaybettiğinde kendini yapayalnız hisseder. Henri hayattayken saçından elbisesine kadar onun adına karar vermekle kalmamış, oturacakları evi seçmiş, kaç çocuk yapacaklarına bile önceden karar vermiştir. Öyle ki daha evliliklerinin ilk gününden talimatlarını bildirmiştir: Marguerite hem çok uzun hem de çok çiçeksi bir isimdir, Maguy daha uygundur; hiç çalışmayacaktır; haftada iki kez belediye kütüphanesinde gönüllü çalışması bir istisna olarak kalacaktır; sadece elbise giyecek ve saçını topuz yapacaktır; hiç evcil hayvanları olmayacaktır; tek çocukları, tercihen erkek olacaktır; ayrıca birbirlerine “siz” diye hitap etmeleri daha uygundur. Marguerite ise hep sabırlı ve ölçülüdür, ruh hâlini ifşa etmeden eşinin karakterine uyum sağlayan sessiz bir gölge gibidir. Seviyeli bir çifttirler denilebilir… Ta ki Henri seksen beş yaşında bu dünyadan göçüp gidene kadar.

Marcel, Cezayir’den Fransa’ya göçtükleri gemide elini tuttuğu kıza âşık olmuş; bu neşeli, başına buyruk, hayat dolu kadınla evliliğinde neredeyse elli seneyi devirmiştir. Nora erken kalkmayı sever, Marcel geç yatmayı; Marcel terlik giyer, Nora çıplak ayakla gezer. Yine de Nora şöyle der: “Çakıltaşları attığım penceresini açtığında bu adama âşık oldum ve onu dünyadaki hiçbir şeye değişmem.” Onlarınki masal gibi bir evliliktir… Ta ki ellinci yıldönümlerine üç ay kala Nora bu dünyadan göçüp gidene kadar.

Marguerite ve Marcel… Ayrı dünyalardan, ayrı geçmişlerden gelen, seksenine merdiven dayamış bu iki yabancının yolları bir şekilde kesişir. Onlarınki kalpleri ısıtan, ezber bozan, isyan fişeklerini ateşleyen, her yaşta sevmeye, sevilmeye, dans etmeye teşvik eden unutulmaz bir hikâyedir!