Yaşadığım Gibi – Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergi ve gazetelerde dağınık olarak duran bu yazılar bir kere okunduktan sonra unutulmuşlardı. Kimse onları bir arada toplu olarak görmemişti, yazarın kendisi bile. Şimdi okumak zevki olan herkes, Türkçe’nin bu güzel yazılarını okuma saadetine kavuşacak.
Bir araya gelen bu yazılar, Tanpınar’ın alâka ve düşünce sahasını, ana fikirlerini daha açık bir şekilde gösteriyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen Yaşadığım Gibi yazarın, şair, hikâyeci, roman ve edebiyat tarihçisi olarak milli kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.
Yanan Ormanlarda Elli Gün
Romanlarında Anadolu insanının gerçek dünyasını destansı boyutlara taşıyan, yaşanmış ve yaşanan gerçeği mitlerin, efsanelerin evreninde çoğaltan Yaşar Kemal, sadece bir romancı ve halkbilimci değil, gazetelerimizde modern röportaj yazarlığının da kurucusudur. Onun, her biri yayımlandığı dönemde olay yaratan röportajlarında gerçek, hayat buldu ve okuyucuyu sarstı.
Bu Diyar Baştanbaşa dörtlüsünün ikinci kitabı Yanan Ormanlarda Elli Gün “Doğuda İnanılmaz Şeyler Gördüm” başlıklı bir röportajla başlar. İnanılmaz ve acı şeyler Yaşar Kemal’in satırlarında masalsı bir güzelliğe bürünür, içimize işler. Hayat kaynağımız doğaya yaptığmız kötülüklerle bizi yüzleştirir.
Çağdaş Sanat ve Kültüralizm – Kimlik ve Estetik
“Demir Perde”nin yıkılıp Soğuk Savaş’ın son bulmasını izleyen küreselleşme döneminde, dünya bir “kültür dönemeci”ne girdi. Toplumsal, ekonomik, siyasal hayat ve düşünce giderek kültüre tercüme edildi. Modern zaman ve mekân, tarih ve coğrafya, ruh ve bilinç; bütün bunları kuran mitler ve metafizik geride kalıyor, modernlik sonrası bir çağa geçiliyordu: endüstri ve Fordizm sonrası; tarih ve ideoloji, komünizm ve kolonyalizm sonrası; hatta modern öznenin parçalanmasıyla birlikte, insan sonrası. İşte bu sonraki “post” zamanlar, artık kültürün biteviye şimdiki zamanını ya da çağdaşlığını ifade ediyor.
Kültüralizm önemli ölçüde sanatın seferber edilmesi sayesinde örgütleniyor. Bunun için de bilgi nasıl enformasyona çevrildiyse, sanat da önce bir iletişim diline, bir “anlam makinesi”ne indirgeniyor, ondan sonra da şirketlerin “kurumsal kültür”üne eklemlenmiş olan sanat yönetimlerinin, artokrasinin denetimine veriliyor. Estetik, modernizmle kazandığı özerkliğinden arındırılarak işlevselleştiriliyor. Guattari günümüzde kitle imha silahlarının yerini iletişim silahlarının aldığını söylüyor. Sanatın sembolik gücü de bir iletişim silahına dönüştürülmeye zorlanıyor, ama o buna direniyor.
Korkunun Güçleri
Dehşet, iğrençlik, pislik… Uzakta tutulmaya çalışılan, dışlanan, bastırılan ama geri dönen; bir tokat gibi suratımızda patlayan; bedenimizi istila eden; rüyalarımızı, bilincimizi ve bilinçdışımızı belirleyen, silinmeyen damga. Binlerce yıllık bir hafızada, mitlerde, dinlerde ve nihayet edebiyattaki iziyle dehşet. İşte Kristeva’nın Korkunun Güçleri’nde disiplinlerarası bir yaklaşımla, psikanalizden dilbilime, semiyotikten edebiyata uzanarak gözler önüne serdiği ana tema.
Yakından bakıldığında tüm edebiyatın konusudur neredeyse “kıyamet”. Ve tarih boyunca, o “kıyamet”i yaşayanların varoluşu artık kimliksiz, heterojen, hayvani, başkalaşmış ve kırılgan bir sınırda kendini gösterir; borderline yani sınır kişilikler, travmanın kalıcılığı…
Kristeva, dehşetin anlamının ve gücünün hangi evrensel öznellik meknizmalarına yaslandığını göstermeye çalışırken, bu konuda ayrıcalıklı yeri edebiyata verir. Hem de böylesi bir edebiyatın en derin, en mahrem kıyametlerimizin odağı olduğuna vurgu yapar.
Baudelaire, Lautreamont, Kafka, Bataille, Sartre aracılığıyla, kimliğin cehenneme inişine eşlik ettiğimize vurgu yapan Kristeva, asıl Celine üzerinde durur. O, İkinci Dünya savaşı gibi bir facianın ortasında, iğrencin yörüngesindeki hiçbir şeyi bağışlamaz. Ne ahlak, ne politika, ne din, ne estetik, ne de öznellik ya da söz… Celine, bir tür nihilizmin gidebileceği en uç noktaya işaret ederken, dehşetin bu bölgesinin herkesi büyüleme gücünü de gözler önüne sermektedir. Dev bir kahkaha, çığlık, alaydır Celine, bütün insanlıkla dalgasını geçer. Psikanalitik boyutta, özellikle din tarihinde iğrenmenin konusu olan annenin, kadının “şeytani” kabul edilişi üzerinde duran Kristeva, bu şeytaniliğin kendi varlığımızın ayrılmaz bir parçası oluşunun, sürekli bir katarsis ediminin içinde yaşayışımızın ifadesini yine edebiyatta bulur. Farklı perspektiflerin kesiştiği Korkunun Güçleri’nde, iğrenç temasına fenomenolojik bir bakışın ardından Kristeva semiyolojik düşüncelerini üç ana kutup üzerinde odakla: Analitik teori (fobi), dinler tarihi (günah, murdar), çağdaş edebiyat deneyimi (Celine). Korkunun Güçleri, acılı ve esritici deneyimlerin çemberinden eçmiş olanlara hitap ediyor. İğrenmekten duyulan acıdan, kendini ve ötekini sevmeye götüren bir yolun kitabı…
Geleneğin İcadı
Bugün eski devirlerden geldiğini varsaydığımız geleneklerin büyük kısmı, aslında görece yakın zamanlarda “icat edilmiş olan” geleneklerdir. Bu gelenekler icat edilirken mutlaka belli bir tarihsel geçmişe referans yapılır ve geçmişle bir süreklilik kurulmaya çalışılır. Oysa bu süreklilik, büyük ölçüde yapay ve uydurmadır. Bu açıdan son iki yüzyıllık geçmiş, modern dünyanın sürekli değişimi ve yenilenmesi ile toplumsal hayatın en azından bazı kısımlarının değişmez ve sabit tutulmaya çalışılması arasındaki zıtlığa kafa yoran tarihçiler açısından son derece ilginç ve verimli bir zaman dilimidir. Verimlidir, zira yeni gelenekler özellikle bu son iki yüzyılda, özellikle de görece yeni bir tarihsel olgu olan “ulus” ve “ulus-devlet”le, ulusal semboller, refleksler ve milliyetçilikle at başı giderek hızlı bir şekilde formelleşmiş ve yerleşiklik kazanmıştır.
Yaşayan en büyük Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’ın Terence Ranger’la birlikte hazırladığı bu temel referans kitabı, derlemeye katkıda bulunan diğer yazarların Britanya, İskoçya, Galler, Hindistan ve Afrika’daki tarihsel süreci irdeledikleri çalışmalarıyla birlikte, yukarıda ana hatları belirtildiği çerçevede “icat edilen gelenekler”i, ayrıca geçmiş ile bugün arasındaki bağı araştırmaktadır…
Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı
1881 yılının soğuk bir kış günü, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki Selanik kentinin “Yukarı Şehir” bölgesinde, Islahhane mahallesinde bulunan üç katlı bir evde, bir bebek dünyaya gelir. Anne Zübeyde Hanım ve baba Ali Rıza Bey, sarışın, mavi gözlü bebeklerine Mustafa adını verirler. Bebeğin doğumuna yardımcı olan ebe, sonradan Müslümanlığı seçerek, -ki, bu da, kentin ruhuna uygun bir durumdur- Fatma adını alacak olan Todora Hanım’dır.
Mustafa Kemal’in Selanik’i, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya açılan kapılarından biridir. Modernite ve aydınlanmacı düşünce, tarihsel bakımdan miadını doldurmuş olan imparatorluk coğrafyasına, bu kent üzerinden geçerek yayılmış, Jöntürkler’den İttihatçılar’a kadar uzanan birçok siyasal akım, bu kentte yeşermiştir. Öyle ki, gün gelecek, kimi Yunan tarihçileri, bu kenti, “modern Türkiye fikrinin oluşumunun anayurdu” olarak tanımlayacaklardır.
Yunanistan’ın önemli yazarlarından biri olan Hristos Hristodulu, Mustafa Kemal ve Selanik Yaşamı adlı bu ilginç çalışmasında, bize, bir Yunanlı’nın gözüyle, hem gelecekte bir ülkenin ve ulusun kaderinde tayin edici roller üstlenecek olan insan Mustafa Kemal’in, hem de onun kültürel ve siyasal biçimlenişine “yataklık” etmiş kozmopolit bir kentin öyküsünü anlatıyor.
Don Kişot’tan Bugüne Roman
Don Kişot’tan Bugüne Roman, çift amaçlı bir çalışmadır. Bir amacı, kitabın başlığını da işaret ettiği gibi, Cervantes’in başyapıtından bugüne romanın geçirdiği aşamaları ve Cervantes’in romana etkisini sergilemekken, diğeri romanı anlatı kuramı içine yerleştirmektir.
Köklerimiz Mirasımızdır – Aile Dizimi Terapisiyle Geçmişten Gelen Travmalardan Kurtulmak
◆ Para kazanmakta zorlanıyor ya da borçlarınızdan bir türlü kurtulamıyor musunuz?
◆ İlişkilerinizde sürekli hüsrana mı uğruyorsunuz?
◆ Yaşadığınız toplumdan ya da ailenizden dışlandınız mı?
◆ Hiçbir sağlık sorununuz olmamasına rağmen çocuk sahibi olamıyor musunuz?
◆ Kendinizi bu dünyaya ait hissedemiyor ya da istemediğiniz bir hayatı mı yaşıyorsunuz?
Elinizden gelen her şeyi yapmanıza rağmen bir türlü arzu ettiğiniz hayata ulaşamamanın altında görünmeyen etkiler olabilir. İçine doğduğunuz ailenin geçmişten getirdiği travmaları anladığınızda sizi yoran ve bilinçli olarak çözemediğiniz sorunların yükü kaybolur. Aile Dizimi’nin Türkiye’deki babası olarak nitelenen Uzman Klinik Psikolog Tuna Tüner bu kitapla Aile Dizimi’nin bilinmeyenlerini anlatıyor.
Aile Dizimi’nin ne olduğunu, nasıl çalıştığını, hangi alanlarda etkili olduğunu 15 yıllık tecrübesiyle ve gerçek vaka çözümlemeleriyle aktarıyor. Tekniğin anayasasını büyük bir cömertlikle paylaşıyor. Hem terapiden yararlanmak isteyenler hem de alanda çalışan uygulayıcılar için bir rehber niteliğinde olan bu kitabı okuduktan sonra size miras kalan kaderi değiştirmeniz imkânsız olmayacak.
Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik
Türk kimliği ve Türklük meselesi son yılların temel tartışma konularından biri iken Kürt kimliğinin gündemdeki yeriyle birlikte ve gayri müslimlerin durumu ve haklarının da bu çerçevesinde tartışılmazıyla konu daha bir önem kazanmış durumda. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, sadece etnik köken olarak Türk olanların değil, Kürtler, Ermeniler, Çerkezler, Boşnaklar gibi pek çok etnik grubun Türk olarak tanımlanması ve Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkesin Türk olarak kabul edilmesi bugün yaşanan pek çok sorunun tartışma odağını oluşturuyor. En yoğun olarak Kürt kimliği konusunda kendini göstermektedir.
Soner Çağaptay, kitabında Türk milliyetçiliğinin bir analizini yaparak, 20. yüzyılın başından günümüze kadar geçen süreçte Türk kimliğinin içeriğini oluşturan olguları değerlendiriyor. Yazara göre Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu kimlik sorununun aşılabilmesi, Türklük kavramının muhtevasının açıklanabilmesiyle gerçekleşecek ve bu da Türk kimliğinin nasıl şekillendirildiğinin incelenmesiyle mümkün olacak.
Üst Kat Komşusuna Mektuplar – Marcel Proust
Gerçek bir kısa roman olan bu yapıt bir sürpriz üstüne kurulu: Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir hanıma yazılmış yirmi üç mektubun (üç mektup da kocasına) keşfi üstüne.
Marcel Proust’un Haussmann bulvarı 102 numaralı evin üçüncü katında oturan komşusu olduğunu öğrendiğimiz Madam Williams’a yazılmış mektuplar. Kadının Amerikalı dişçi kocası Charles D. Williams’ın muayenehanesi asmakatın üstünde ikinci katta, yani zavallı Marcel’in tepesinde. Dolayısıyla gürültü fobisi olan Marcel epeyce dram yaşıyor.
Mektuplarda nelerden söz ediliyor? Öncelikle, uyku ve çalışma saatleri sırasında Proust’a işkence eden gürültüden, üst kattaki tadilattan. “Sabahki gürültü su tesisatından mı geliyor diye soruşturmamı istediğinizde ihtiyatlı davranarak ne iyi etmişim. Şu çekiçlerin yanında o gürültü neymiş ki? Verlaine’in ‘sırf kendini size beğendirmek için ağlayan’ bir şarkıdan söz ederken dediği gibi ‘yosunların üstünde suyun ürpertisi’.” Proust gerçekten de her saptamasını, yazıya bir kat daha sanat katan mizahi bir karşılaştırmanın içine oturtuyor. Çünkü her şey gürültü yapıyor, ünlü bir tenor gibi şarkı söyleyen boyacılar bile: