Magnafantagna’nın Ölümü
Wendy Lictman’ın bir öyküsü. bir kız çocuğunun ölümü keşfedişi anlatılıyor.
Ölümün gerçek olduğunu
bilmekle yaşam her nasılsa
daha değişik görünüyordu.
Mavi Sürgün
Mavi Sürgün, Türk yazar Halikarnas Balıkçısı tarafından 1961 yılında yayımlanan anı türünde bir kitaptır. Kitap, yazarın asker kaçaklarının idam edilişini eleştiren bir yazısı yüzünden Bodrum’a sürülüşünü ve orada yaşadıklarını anlatır.
Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün için demişti ki; ‘Karakolda ona, İstiklal Mahkemesine gideceksin denir. Niçin İstiklal Mahkemesine gittiğini bilmez. İki jandarma ile, kelepçeli olarak İstiklal Mahkemesine sürüklenir. Mahkemenin bulduğu bir suç vardır. Sonunda cezasının idam olacağı anlaşılır. Sabırlık ve tarlakuşu eller, göğüste kavuşturulmuş, idamı bekler. Sürgün edileceksin denilir. Sürgün yeri Bodrum bir muammadır, bir karanlıktır. Ama işte apansız karanlık kalmaz. Bu Mavi Sürgün yazısı, bu işin nasıl olduğunu anlatacaktır.’
Kitabın en başında yazar İstanbul’daki rutin hayatından, yaptıklarından, çevresinden ve I. Dünya Savaşı sırasındaki ortamdan bahseder. Burada çeşitli gazete ve dergiler için yazdığı yazıları ve çizdiği karikatürleri anlatır. Bunların yanında yazarın alışveriş sonraları poşetleri taşımasına yardım eden ve sadece yazarın güvendiği yoksul çocuklar geniş olarak anlatılır. Bu şekilde devam eden hayatının ardından bir gün yazarın kapısına polisler dayanır. Apar topar karakola götürülen yazar, burada İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanmak üzere Ankara’ya çağrıldığını öğrenir.
Yolda o zamanlarda çalıştığı derginin sahibi olan Zekeriya Sertel ile karşılaşan yazar, ona ne için götürüldüklerini sorar. Sertel de ona dergilerinde yayınladıkları ve asker kaçaklarının idamını eleştiren yazıları yüzünden çağrıldıklarını, fakat kısa bir azardan sonra geri yollanacaklarına inandığını söyler. Ancak Halikarnas Balıkçısı, bu mahkemenin çoğunlukla idamla sonuçlandığını bildiğinden tedirgin davranmaktadır.
Ankara’da yer alan Cebeci’deki hapishanede alıkonan ikili burada iki defa İstiklal Mahkemesi’nin karşısına çıkar. Yazar, o zamanlar çok küçük bir kent olan Ankara’da yine hapishanelerin de imkânsızlıklarla boğuştuğunu belirtir. Burada çok zor şartlar altında uzun bir süre kalan ikili, en sonunda bekledikleri idamın aksine sürgün kararını öğrenirler.
Memleketimden İnsan Manzaraları
Nâzım Hikmet’in 1939’da yazmaya başladığı, 1960’ların ikinci yarısında yayımlanabilen şiir kitabıdır.
17bin mısradan oluşan eser Nâzım Hikmet şiirinin doruğu kabul edilir. Kitap İkinci Meşrutiyet’ten II. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde Anadolu’da yaşamış sıradan insanların öykülerini okuyucuya sunar. Türkiye’nin 1920-1940 yılları arasındaki toplumsal tarihi, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nı da içerecek biçimde verilirken bir yandan da II. Dünya Savaşı’nda Nazizm’in yenilgisi değişik yönleriyle ele alınıp yansıtılır. Düzyazı, şiir, senaryo tekniklerinin iç içe kullanıldığı bir eserdir. Beş ciltten oluşur, beşincisi tamamlanmamıştır.
1938’de Nâzım Hikmet’in cezaevine girmesi ile konulmuş olan eserlerini yayınlama ve okuma yasağı nedeniyle şairin hayatı boyunca yayımlanamayan eser, 1965’te yasağın kalkmasından sonra, oğlu Memet Fuat’ın sahibi olduğu De Yayınevi tarafından 1966-1967 yıllarında 5 cilt olarak yayımlanmıştır. (Görsel İlk Baskıya aittir.)
kaynak: vikipedi
Kuvâyi Milliye Destanı – Nâzım Hikmet
Nâzım Hikmet’in 1939’da yazmaya başladığı ve 1941’de bitirdiği “Kuvâyi Milliye”, şairin Kurtuluş Savaşı’nı baplar halinde anlattığı bir destandır. Türkiye’de ilk defa 1965’te “Kurtuluş Savaşı Destanı” adıyla yayımlanan, 1968’de ise şimdiki adına kavuşan yapıt, Türk edebiyatının en önemli metinlerindendir. (Görsel 1968 Yılına aittir.)
“Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır…” sözüyle başlayan ve biten destan, “Onlar” adlı Başlangıç bölümü ve sekiz baptan oluşmaktadır. Destanda ayrıca Mustafa Kemal’in Nutuk’undan da geniş ölçüde yararlanılmış, oradaki, tarihsel bilgiler ustalıkla şiirselleştirilmiştir.
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.
En bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.
70’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük “Görecek Günler Var Daha”
Derya Bengi – YAPI KREDİ YAYINLARI
70’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük, 70’li yılların Türkiyesi’nin ritmiyle salınan, şarkılı türkülü, sazlı cazlı bir sözlük. 1970’lerin birikimini anılarla, öykülerle, plaklarla dile getiriyor. Eski gazete ve dergi sayfalarını kılavuz edinerek, o günlerin lisanına, sesine, soluğuna sadık kalmaya, serüvenine ortak olmaya çalışıyor.
A’dan Z’ye, Abba’dan Zülfü’ye 70’li yıllar: Televizyon, Eurovision, korsan kasetler, Kıbrıs plakları, arabeskin kralları, Bodrum kaçamakları, Dilek Taşı, Cumartesi Gecesi Ateşi, politik pop, sıkıyönetimler, açık saçık filmler, Boğaz Köprüsü, futbol balesi, sütü seven kamyon şoförü, Batsın Bu Dünya, Yarınlar Bizim, 12 Mart’tan 12 Eylül’e bir başkadır benim memleketim…
Kitap adını bir şiirden ve bir şarkıdan aldı. Sabahattin Ali’nin 1933’te yazdığı dizeler, Kerem Güney’in hicaz bestesiyle 70’li yılların derdine derman, hislerine tercümandı: “Görecek günler var daha, aldırma gönül aldırma…”
Tutunamayanlar
Tutunamayanlar, Oğuz Atay’ın ilk romanıdır. 1970 yılında TRT Roman Ödülü’nü kazanmıştır.
Tutunamayanlar, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Berna Moran, Oğuz Atay’ın bu ilk romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak niteler. Moran’a göre “Oğuz Atay’ın mizah gücü ve duyarlığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanlar’ı büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. “Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice alaya alan Atay, “saldırısı tutunanların anlamayacağı, rededeceği türden bir romanla yazar.”
Selim Işık’ın intihar ettiğini öğrenen Turgut Özben, ihmal ettiğini düşündüğü arkadaşının geçmişinin izini sürmeye ve Selim’in tanıdığı insanlar aracılığıyla onu tanımaya çalışır. Her insana farklı bir yönünü gösteren Selim’in görüntüsü, Turgut’un bu insanlarla konuşması sonucu okuyucunun ve Turgut’un gözünde netlik kazanacaktır. Romanda birçok kişi vardır ama her biri aslında Selim’in hayatındaki kişilerdir ve tüm anlatılanlar Selim Işık’ı aydınlatır. Selim Işık “düşünen ve sorgulayan insan”ın simgesidir ve bu yüzden “tutunamamış”tır.
Yıldız Ecevit’in yazdığı Ben Buradayım… adlı Oğuz Atay biyografisinin ardından, romanın pek çok otobiyografik öğe taşıdığı anlaşılmıştır.
Ben Buradayım… Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası
Edebiyatımızın kilometre taşlarından olan Oğuz Atay özellikle son yirmi yıldan bu yana büyük bir okur kitlesine ulaştı ve benimsendi. Yazarın gerek yaşamı gerekse eserleri hakkında yazılanlar ise makalelerle sınırlı kaldı.
Modern Türk edebiyatı konusundaki ciddi ve kapsamlı araştırmalarıyla tanınan, aynı zamanda önemli bir Oğuz Atay uzmanı olan Yıldız Ecevit, ilk defa Oğuz Atay’ın yaşamını ve eserlerini kitaplaştırdı. Ecevit bu kitabında Oğuz Atay’ın yaşam öyküsünü anlatırken eserleri ile yaşamının örtüştüğü yerleri ve hayatındaki esin kaynaklarını da keşfediyor. Aynı zamanda eserlerin yetkin bir eleştirisini de yapıyor. Tutkunlarının Oğuz Atay romancılığının tüm yönlerini okuyabilecekleri mükemmel bir kitap ve edebiyat tarihimizde bir ilk…
Kitap şu bölümlerden oluşmaktadır;
Yaşam yolunda ilk adımlar
Ankara ve okul yılları
Teknik üniversite ve gençlik yılları
Ankara’da askerlik
“Askerliğini yaparken Süleyman Kargı’yla tanıştı”
“Pazar postası”
“Düşünün, bir kerede cevap verin!”
“Olaylar” dergisi
Klan
Fikriye ile evlilik
Betonar
Karşıtlıklar evreninde var olmak
Dostoyevski
Sevin
“Tutunamayanlar”
“Aklına geleni yazmış bu romancı!”
“Tehlikeli oyunlar”
“Meydan Larousse”
Pakize
“Bir bilim adamının romanı”
“Oyunlarla yaşayanlar”
“Türkiye’nin ruhu”, Halit Refiğ, Kemal Tahir
“Korkuyu beklerken”
İ.D.M.M.A’dan “Eylembilim”‘e
“Ölüm de bir rüya değil mi”
Ölümden sonra yaşam
Aylak Adam – Anayurt Oteli
Aylak Adam, Yusuf Atılgan’ın 1959’da yayımlanan ilk romanıdır. 28 yaşlarında, içerisinde hizmetçilerin olduğu evde çocukluğunun geçtiği söylenen, kumar düşkünü babaya sahip bir roman karakteri olan C.’nin hayatına anlam verecek değeri arama çabası romanda anlatılmaktadır.
Türk edebiyatında Tanzimat’tan 1950’li yıllara kadar geçen dönemde, aydınlar hemen her romanda toplum için mücadele eden idealist kişiler olarak tasvir edilirdi. Ve sonra tüm aydınlanmış olanlar, İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren yüzlerini toplumun karanlığından kendi iç dünyasına çevirmeye başladı. Üstelik bu içine kapanma hali, gerek gerçek yaşamda gerekse de kurgusal düzlemde, sadece Türk edebiyatında değil; dünyanın her yerinde ve tüm sanat dallarında cereyan etti
Toplumun bir kısmı karanlıkta yolunu bulmaya alışmışken, aydınlıkta kalanlar ise uğruna çaba harcayacak ne bir toplum ne de hedef bulabildi. İşte Aylak Adam romanı, toplum ve aydın arasında gitgide büyüyen bu uçurumu en net şekilde gözler önüne seren Türk romanlarından biri. Yusuf Atılgan’ın 1959 yılında yayımladığı Aylak Adam, modern insana hala tutmakta olduğu ışık ile günümüzde de en çok konuşulan romanlar arasında yer alıyor.
Türk edebiyatının en güçlü modernist romancılarından olan Yusuf Atılgan, ilk romanı Aylak Adam’la edebi ve sosyolojik olarak üzerinde hala durulması gereken meselelere değiniyor. Yarattığı Bay C. adlı başkahramanla yeni toplumdaki düşünen tüm beyinlerin bir temsilini oluşturan Atılgan, boşvermişlik içinde harcanan bir ömrün hikayesini anlatıyor. Günlerini zihnindeki içsel çatışmalarla geçiren bu isimsiz ana karakter, maddi durumunun da elvermesi sayesinde hayattaki farklı zevkleri deneyimlemenin peşinde koşuyor. Ancak hepsi bir yana, kadınlar dahi ona aradığı aidiyet hissini veremiyor.
Aylak Adam romanını kendi dönemine kadar verilen eserlerden farklı kılan faktörü, tekniğinin yanı sıra nihai sonsuzluğu oluşturuyor. Okurlarına her satırda Bay C.’nin akıbetini merak ettiren eser, aranan cevabı göreli bir biçimde sunmasıyla çok daha özgün bir nitelik kazanıyor. Peki, Bay C. acaba aradığı tatminkarlığa sonunda ulaşabildi mi? Yoksa 1959’dan beri aramızda dolaşıp hayatın anlamını aramaya devam mı ediyor?
Romanın ilk baskısı 1959 yılında İstanbul’da Varlık Yayınları tarafından yapıldı. İkinci baskı 1974’te Ankara’da Bilgi Yayınevi, üçüncü baskı ise 1985’te İstanbul’da İletişim Yayınları tarafından yapıldı.
Anayurt Oteli ise Aylak Adam romanında olduğu gibidir, bu roman da tek karakter üzerine kurulmuştur. Aylak Adam’daki C’nin yerini burada otelin katibi olan Zebercet almıştır. Kendisini otelle sınırlayan Zebercet’in dış dünya ve insanlarla ilişkisi asgaridir. Otelde Zebercet ve ortalık hizmetlerini görmesi için alınan ortalıkçı kadından başkası yoktur.
Roman 1963 yılının 20 Ekim Pazar günü başlar, 22 gün sonra yine bir Pazar günü sona erer.
“Ne ölü, ne sağ” bir yaşamın kahramanı Zebercet. Gözünü ilk açtığı ve yaşadığı Anayurt Oteli’yle aynı kaderi paylaşıyor: Birbirine benzeyen geçici ilişkilerle geçen günler, yalnız ve tek başına sürüklenen bir hayat.
Gecikmeli Ankara treniyle gelen -adını bile bilmediğimiz- kadın otelde bir gece kalır ve Zebercet’in de, Anayurt Oteli’nin de sessiz akıp giden günlerinin içeriği değişir.
Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor.
Türk edebiyatının unutulmaz bir tipi ve unutulmaz bir mekanı.
Yusuf Atılgan’a Armağan
Türk edebiyatında başlıbaşına bir tarz, anlatısında sadelik içinde vardığı derinliklerle evrensel bir ses olan Yusuf Atılgan için, “Perşembe Grubu” arkadaşlarınca hazırlanan armağan kitabı. Yusuf Atılgan’ın geniş yaşam öyküsü, onunla ilgili röportajlar, yapılan söyleşiler, eserleri hakkında yazılan eleştiriler, yürüttüğü kimi yazışmalar, yayımlanmamış yazıları, çevirileri ve armağan yazıları.
Türk edebiyatında başlıbaşına bir tarz, anlatısında sadelik içinde vardığı derinliklerle evrensel bir ses olan Yusuf Atılgan için, “Perşembe Grubu” arkadaşlarınca hazırlanan armağan kitabı. Yusuf Atılgan’ın geniş yaşam öyküsü, onunla ilgili röportajlar, yapılan söyleşiler, eserleri hakkında yazılan eleştiriler, yürüttüğü kimi yazışmalar, yayımlanmamış yazıları, çevirileri ve armağan yazıları…
Türlerle Türk Sineması
2000’in üzerinde yönetmen, oyuncu ve film adı..200’ün üzerinde nadir set fotoğrafı ve afiş…Agah Özgüç’ün Türk sinema tarihinin belleğini barındıran, yılların emeğiyle, sabırla oluşturulmuş zengin arşivinden seçilen görsellerle zenginleştirilen Türlerle Türk Sineması alanında bir ilk! Türk sinema tarihini tür yaklaşımıyla süzen bu kitap, sinama tarihimizin unutulmuş bir çok ilginç yanını da tekrar gündeme getiriyor. Türk sinemasında Nazım Hikmet’in yeri, polisiye güldürü, cinsellik, kovboy filmleri, dinsel filmlerden mekan-dekor ilişkilerine kadar Yeşilçam’la ilgili söylenebilecek hemen her konuyu bir başlık altında inceliyor.
Sinemaseverlerden, araştırmacılara ve sinema öğrencilerine kadar herkesin yararlanabileceği bir kapsamı olan kitap, temel bir başvuru niteliğinde…