
Ağıtlar ve Türküler – Gülten Akın
Umudumu hiç ama hiç yitirmedim. Acılarıma ezdirmedim. Şiirlerimin bir kıyıcığında da saklı tuttum. Acı varsa onu duymak başka, acıya yenik düşmek başka. Acıya yenik değiliz ne ben ne de şiirim.
Gülten Akın

Cevat Paşa
Cevat Çobanlı Paşa; 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin kazanılmasını sağlayan Müstahkem Mevki’nin kahraman kumandanı ve mütareke devrinin en zor zamanlarında Osmanlı genelkurmay başkanıdır. Cevat Paşa’nın Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesindeki rolü ihmal edilmiştir. Millî Mücadele’ye gizli ve açık desteğinden dolayı da Malta’ya sürülmüştür. Yakın zamanlara kadar adeta unutulmuş olan Cevat Paşa’nın hayatının aydınlatılması hem Çanakkale Muharebeleri’nin hem de Millî Mücadele’nin bilinmesi açısından önemlidir.
18 Mart’ta İtilaf donanmasına karşı kazanılan zafer hangi planların neticesidir? Mustafa Kemal Paşa Samsun’a giderken genelkurmay nasıl bir destek sağlamıştır? Cevat Paşa’yla Mustafa Kemal Paşa arasında hangi konuşmalar geçmiştir? Tarihimiz için önemli olan bu sorulara cevaplar arayan elinizdeki kitap uzun bir çalışmanın ürünüdür. Arşivlere dayanılarak nesnel bir bakış açısıyla Cevat Paşa’nın Osmanlı’dan Cumhuriyete askerî ve siyasî faaliyetlerini gün yüzüne çıkarmaktadır.

Galata, Pera, Beyoğlu: Bir Biyografi
Sokak sokak Galata, adım adım Pera, karış karış Beyoğlu… Yüzyıllardır farklı kültürleri-kimlikleri kucaklayan, her gün biraz daha değişip dönüşen ama değerli özünü asla yitirmeyen caddeler, mahalleler, hanlar, geçitler: John Freely ve Brendan Freely’nin kaleminden sıradışı bir “biyografi”…
İstanbul’a dair kitaplar hep tarihi yarımadaya odaklanır. Ama Galata, Pera, Beyoğlu: Bir Biyografi, Konstantinopolis yarımadasının karşısındaki Beyoğlu bölgesine yoğunlaşıyor. Bölgenin gelişimini ve sosyal tarihini, Haliç’teki ilk yerleşimlerden Taksim ve çevresindeki son yerleşimlere kadar, sadece mimarisiyle değil, katillerinden mafyasına, fahişelerinden bankerlerine, diplomatlarından sosyetesine kadar, bütün sakinlerini de inceleyerek sokak sokak takip ediyor.

Ötgen Künler
Abdullah Kadiri, Özbek romancılığının kurucusu ve en büyük yazarlarından birisidir. 1894 yılında doğan Abdullah Kadiri Türkistan’ın Rus sömürgeciliği altında bulunduğu dönemi de Sovyet rejimini de yaşayacaktır.
“Ökgen Künler” romanı bölümler halinde 1922-26 yılları arasında gazetede yayınlanır ve 1926 yılında ise kitap olarak çıkar. Ötgen Künler’in yayınlanması Özbek edebiyatında yeni bir aşamadır ve ulusal edebiyat bu şekilde doğar. Gorki’nin büyük takdirlerini toplayan Kadiri “Ben Marks ve Lenin’in hararetli bir şakirdiyim. Çünkü ben Lenin’den ruh aldım, Marks’tan ilhamlandım” dese de, Sovyet sistemi tarafından milliyetçilikle suçlanacak, önce hapse atılacak, eserleri yasaklanacak ve 1938’de kurşuna dizilecektir.
“Ötgen Künler” ise Türk Dünyası edebiyatında çok özel bir yer tutar. Türkistan romancılığının çıkış noktası olmasının dışında tam anlamıyla “ulusal kitap” özelliği kazanır. Roman yasaklanır, tüm nüshaları yok edilir, romanı bulunduranlar ise Sibirya’ya sürgüne gönderilir. Ama yine de gizli gizli çoğaltılır ve evlerde okunur. Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde ise ezberlenir ve bu şekilde dilden dile dolaşır.
Ötgen Künler bir taraftan Çarlık Rusyası’nın hedefi olan Türkistan’ın düşüş romanıdır, diğer taraftan ise büyük bir aşk hikayesidir. Romanın baş kahramanları Gümüş ile Atabey’in aşkları “Leyla ile Mecnun” hikayesi gibi etkili olur. Modern dönemin bir aşk destanıdır ve aşkla birlikte evlilik, aile baskısı, kuma sorunu, kadın-erkek eşitliği, kıskançlık gibi güncel sorunlara da çağdaş bir bakış açısı sunar.

Adem’den Önceki Yaşam
“Nate’in içinden ansızın ayağa kalkıp Elizabeth’in üzerine atılmak, ellerini onun boynuna kenetleyip sıkmak geliyor. Doyurucu bir hoşnutluk duyuyor bunu düşününce. Annesi boyuna, ‘Erkekler kadın haklarını savunmalı’ der durur. Nate kuramsal açıdan bunu anlayabiliyor. Kadın terziler, fırın işçileri, kadın üniversite öğretmenleri, ırza geçme olayları hakkında birçok şey biliyor. Ne var ki kendisininki gibi somut, elle tutulur olaylarda kadın haklarını savunmaya gerek yok. Bu olayda savunulması gerekenin Elizabeth değil, kendisi olduğu apaçık ortada.”
Damızlık Kızın Öyküsü’nün yazarı Margaret Atwood, 1979 tarihli Âdem’den Önceki Yaşam’da Elizabeth, Nate ve Lesje aracılığıyla “açık ilişki” kavramını sorguluyor. Nefessiz kalınan aile salonlarından, seks oyunlarıyla şenlenmeyen sıkıcı yatak odalarından kurtulmanın yolu açık ilişkiden mi geçiyor? Yoksa açık ilişki oyunun bütün taraflarını, özellikle de kadınları, yalnızlıkla, görünmezlikle, incinmişlikle, tamamlanmamışlıkla baş başa bırakan bir yanılsamadan mı ibaret? Atwood, o ince ironisiyle, ahlak bekçiliğine soyunmadan, kahramanlarının ve okurlarının kulağına bütün zamanların, Âdem’den bu yana bütün hikâyelerin en cevapsız sorusunu fısıldıyor: “Bağlanmadan özgürlük mümkün mü?”

Aşk Dersleri – Alain de Botton
Günümüzde “normal” ilişkiler şu şekilde tanımlanır: İki kişi tanışır, birbirine âşık olur, bu aşkı evlilikle taçlandırır, çok geçmeden çocuk yapmaya karar verir ve sonsuza dek mutlu yaşarlar. Bu son, aslında hikâyenin başlangıcıdır.
Alain de Botton uzun zamandır beklenen yeni romanı Aşk Dersleri’nde bu yanılsamanın peşine düşerek, edebi kamerasını yolları aşka açılan bir kadın ve bir erkeğe çeviriyor. Uzun soluklu bir ilişkinin karmaşık ve çetrefil yollarının izlerini sürdüğü bu yolculukta, sevgililerin o romantik ve büyülü başlangıçlarının ardından didişmelerden surat asmalara, ilgisizliklerden ihanetlere kadar uzanan küçüklü büyüklü sarsıntılarına odaklanıyor. Hayal kırıklıklarının yaşandığı, ideallerin ve duyguların eğilip büküldüğü, ortalama bir var oluşun yarattığı baskılarla değişimlerden geçtiği gerçekliği mizahı elden bırakmayarak ele alıyor.
Aşkın yalnızca bir heves ya da deneyim değil öğrenmemiz gereken bir beceri olduğunun altını çizen Botton, günümüz ilişkilerinin arka planını bilgelikle sorgulayarak insanlığın en büyük bulmacalarından birine dair oldukça kışkırtıcı bir okuma vaat ediyor. Aşk Dersleri, içinde yaşadığımız bu yanılsamalar çağında gerçeklikle başa çıkmak isteyen okurlar için tam anlamıyla davetkâr bir kitap.

Feminizm ve Doğaya Hükmetmek
Batı düşüncesinin binlerce yıllık felsefe geleneği içinde şekillendiği haliyle “akıl” kavramı, aşağı görülen “ötekiler”, yani alt sınıflar, sömürge halkları, kadınlar, hayvanlar ve bir bütün olarak doğa üzerindeki tahakküm ve baskıyla iç içe geçmiştir. Antik Yunan’dan bu yana kadınlık, maddesellik ve insandışı doğa değersiz sayılmış, insani erdem bunların dışında aranmıştır.
Dünyamızın şu gün geldiği durumda aklın, bilimin ve bireyselliğin yeniden tanımlanması gerekiyor; eskisi kadar karşıtlığa ve hiyerarşiye yaslanmayan biçimlerde. Hem insan hem de doğa üzerindeki tahakkümün eleştirisi için ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet çözümlemesine doğayı da katacak bir çerçeveye ihtiyacımız var.
Çünkü, amacının feminist kuramla bağdaşan ve ona dayalı çevreci bir feminizmin gelişmesine katkıda bulunmak olduğunu söyleyen Val Plumwood’un da dediği gibi “Artık bu sadece bir adalet meselesi değil, ölüm kalım meselesidir.”
Feminizmin alternatif çözümlemelerinin parlak örneklerini veren bu kitap bizce, feminist ve ekolojik felsefenin klasikleşmeye aday eserlerinden…

Hikaye Dehası
Lisa Cron’un ilk kitabı olan “Wired for Story”nin ardından, bir hikâyeyle sahneye dayalı bir plan oluşturmak için yazım kılavuzu sayılabilecek bu kitabı, bilişsel hikâye anlatımı stratejilerinin nasıl kullanılacağını ortaya koyuyor.
Sonunda sadece bir sayfa elde edebilmek için kan ter içinde yüzlerce sayfa yazıp bir kenara atmak her yazarın en büyük korkusudur. Yazma topluluklarındaki geçerli bakış açısı, bu soruna dair sadece iki yol olduğunu söylüyor: Doğaçlama ve taslak oluşturma. Hikâye koçu Lisa Cron kariyerini, bu yöntemlerin neden işe yaramadığını ve beynimizin okuduğumuz her hikâyeden yararlanmak için ne yapması gerektiğini araştırarak geçirdi. Tüm bunları, nedenleri bilime dayanan güçlü kanıtlarla elde etti.
Cron, “Hikâye Dehası” adlı kitabında, bir fikrin ilk ışıltısından roman yaratma ve küçük bir fikirden büyük bir taslağa dönüştürme yolculuğuna dair detayları adım adım anlatıyor.

Öteki Dünya – Ballard
Her yerden görülen devasa kubbesiyle bir alışveriş merkezi, tüketim ve şiddetin hüküm sürdüğü bir taşra kasabası ve beklenmedik bir ölüm…
Yaşadığı kasabanın alışveriş merkezinde öldürülen babasına yalnızca veda etmek için Brooklands’e giden işsiz reklamcı Richard Pearson; labirenti çağrıştıran alışveriş merkezinin, durmaksızın hareket eden yürüyen merdivenlerin, yirmi dört saat çalışan televizyonun ve ellerinde poşetlerle tüm vakitlerini burada geçiren insanların arkasında uğursuz bir şeyler gizlendiğine inanmaya başlayarak kalmaya karar verir. Mahkeme sürecindeki tuhaflıklarla birlikte babası ve kasaba sakinleriyle ilgili akıl almaz gerçeklerle yüzleşmeye başlayan Richard, görmezden gelmek ve dönmek, kalmak ve çözmek arasında bir seçim yapmak zorunda…
Son derece yozlaşmış ama bir o kadar da tanıdık bir modern dünya tasvirini en canlı ve korkunç biçimlerde ortaya koyma yeteneğiyle J. G. Ballard, Öteki Dünya’da artık hayatlarının her anında alışveriş yapıyorlarmış gibi görünen insanların hikayesini; halihazırda içinde bulunduğumuz sisteme çok yakın bir distopyanın sınırsız tüketiciliğini, fütürist bir tahayyül ve haklı bir öfkeyle anlatıyor.

Günlük Yaşamın Psikopatolojisi
Günlük Yaşamın Psikopatolojisi, ruhbilimin yaygınlık kazanmasında Freud’un tüm kitaplarından daha fazla katkıda bulunmuş bir yapıt. Freud, bu kitabı, yüzyılın başında özellikle genel okurlar için yazdı. Yeni basımlar çıktıkça, temel kuramlarını değiştirmeden yeni örnekler ve bölümler eklendi. Freud’un hiçbir yapıtı bu kitap kadar sık basılmamış ve böylesine yaygın bir okur kitlesi tarafından okunmamıştır. Elinizdeki çeviri, Freud’un bu tanınmış yapıtının en genişletilmiş ve eksiksiz olanıdır.